14 Nisan Cumartesi
Sunumlar:
Ercan Kesal: “Bu film bir kapitalizm eleştirisi.”
“Ulusal Belgesel Yarışması” filmlerinden Fındıktan Sonra, yönetmen Ercan Kesal ve film ekibinin katılımıyla Pera Müzesi Oditoryumu’nda gösterildi. Düzce’nin Çiçekpınar köyünde 1930’lardan 2000’lere tarımsal emeğin nasıl değiştiğini, köyün toplumsal yapısının nasıl dönüştüğünü ortaya koyan filmin bir tez çalışmasından yola çıkarak çekildiğini anlatan yönetmen, şöyle dedi: “Fazlasıyla güncele esir edilmiş insanlarız. Geri dönüp bakmaya, bir şeyleri yeniden paylaşmaya vaktimiz yok. ‘Teknolojinin bizi mahvetmesi’ gibi ifadelerden uzak durmaya çalışıyorum ama bizim birbirimizden haberimiz yok. Dünyadan haberimiz var, ama birbirimizden yok. Bu film bir kapitalizm eleştirisi; mutlu olmak için göç etmek zorunda kalan insanların hikâyesi. Geçmişe duyulan özlemi değil, geçmişte yapabileceğimiz hâlde yapmadığımız şeyi anlatmaya çalıştım. Geçmiş özlenmez, anılar özlenir.” Film yapmakla ilgiliyse Kesal, “İnsan niye film yapar? Kendine olan saygısından, bu dünyadaki yolculuğu için yapar; şan, şöhret, para için değil.” dedi.
Radiogram özgürlüğün ifadesi
“Musikişinas filmlerinden Radiogram, filmin yönetmeni Rouzie Hasanova ve Türkiye’den ortak yapımcı Müge Özen’in katılımıyla gösterildi. Hasanova şöyle dedi: “Türkiye’yi çok seviyorum, yıllarca Türkiye’de bir proje yapmak istedim, ortak yapımcım Müge Özen ile bu projeyi birlikte gerçekleştirebilmek büyük fırsat oldu benim için. Önümüzdeki iki projede de birlikte çalışacağız. Bulgaristan’da üç dalgada azınlıkların isimleri değiştirildi: Pomakların, Romanların ve Türk asıllıların. Ben dahil filmdeki gibi zorla ismi değiştirilen aile mensuplarımız hep Müslüman isimlerini geri aldı, ama büyük kısmı Hıristiyan isimlerini koruyor. Bu da size ülkedeki bugünkü durumu anlatır sanırım.”
Asırlık çınar Muazzez İlmiye Çığ…
“Özel Gösterimler” kapsamında festival seyircisiyle buluşan Muazzez Mucizesi 104 Yaşında belgeselinin Pera Müzesi Oditoryumu’ndaki gösterimine yönetmen Nurdan Arca ve ekibi de katıldı. Hayatıyla mucize yaratan Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ı konu alan filmin gösteriminden sonra Arca, seyircilerle uzun uzun sohbet etti: “Buraya gelmeden önce Muazzez Hanım'a telefon açtım; ‘300 kişi kadarız, sizi izleyeceğiz’ dedim. Bana teşekkür etti filmi yaptığım için, kalıcı bir şey oldu diye çok sevindi. Gelenlere de teşekkür etti, kendisine vakit ayırdıkları için sevgilerini iletti. Muazzez Hanım son derece neşeli, esprili, hayat dolu bir insan; bir Cumhuriyet çınarı. Ben bu filmi yaparken ondan çok şey öğrendim. Röportajı yaptığım sırada 103 yaşındaydı; Birinci Dünya Savaşı’nda önce doğmuş, hâlâ her şeye yetişmeye çalışıyor, hâlâ konuşmalara gidiyor...”
Bekir Bülbül: “Filmi çekmek için çocukluk anılarıma sığındım.”
Festivalin “Yarışma Dışı” bölümünde seyirciyle buluşan Benim Küçük Sözlerim, yönetmen Bekir Bülbül, yapımcı Büşra Bülbül, çocuk oyunculardan Ahmet Enes Yaman ve görüntü yönetmeni Anıl Demir’in katılımıyla Beyoğlu Sineması’nda gösterildi. Ekip, gösterim sonrasında izleyicilerin sorularını yanıtladı. Yönetmen Bülbül, “Fikir aslında kendi ruh hâlimin kısa bir röntgeni. Bunu anlatmak için de çocukluk anılarıma sığındım, çocukluğumda bizzat yaşadığım bir hikâyeyi anlattım” dedi. Yapımcı Büşra Bülbül, düğünde topladıkları paralarla filmi çektiklerini belirtti ve ekledi: “Düğünden sonra yola çıkıp Konya’ya gittik ve balayımızı düğün setinde yaptık.” (…) “Filmde gördüğünüz herkes akrabamız, arkadaşımız, dostumuz… Çocuklarla çalışmak, onlara bir ezber yaptırıp sergilemek çok zor… Film, çocukların kendi hikâyeleri oldu. Özellikle kamerayı uzak bir yere koyup daha rahat oynamalarını istedik. Kime izletsek kendi çocukluğunu ve doğallığını gördü”.
İlker Çatak: “Kendi kurallarımı koymak istedim.”
“Genç Ustalar” bölümünden Bir Zamanlar Kızılderili Ülkesinde, filmin yönetmeni İlker Çatak ve oyuncularından Johanna Polley’in katılımıyla Atlas Sineması’nda gösterildi. Babası üvey annesini öldürünce hayatı altüst olan 17 yaşındaki Mauser’in müzik, aşk ve şiddetle dolu yaz günlerini anlatan Bir Zamanlar Kızılderili Ülkesinde, Nils Mohl’un aynı adlı ödüllü romanından sinemaya uyarlanmış. Çatak, ilk uzun metraj denemesi olan filmle ilgili şunları söyledi: “Bir şeyleri denemek istedik. Bu bir roman uyarlamasıydı. Romanı bana ilk getirdiklerinde o kadar farklı bir şeydi ki, oyun bahçesine gelmiş gibiydim. Üniversite öncesi ve sonrasında ağır dram filmler yapmıştım. Artık tam olarak böyle bir film yapmak istiyordum. Kendi dünyamı ve kendi kozmosumu yaratıp kendi kurallarımı koymak istedim. Filmi 30 günde çektik, post-prodüksiyon 6 ay sürdü.”
“İki oyuncu üzerine kurulu bir itiraflar filmi.”
“Bergman 100 Yaşında” seçkisinde yer alan Güz Sonatı, filmi seçen yönetmen Yeşim Ustaoğlu’nun sunumuyla Beyoğlu Sineması’nda gösterildi. Ustaoğlu, şöyle dedi: “Güz Sonatı’nı severek seçtim. Muhteşem iki kadın oyuncu var: Ingrid Bergman ve Liv Ullmann. Her ikisinin de müthiş bir performansı var bu filmde. Özellikle bir sahne var ki onca film içinde yıllardır hiç aklımdan çıkmaz: anne-kızın bir Chopin parçası çaldığı sahne… Olağanüstü bir aşağılama, suçlama, kızgınlık, öfke… Duyguların patlamak üzere olduğu, sözsüz, muhteşem bir sahnedir. O sahnede özellikle Liv Ullmann’ı çok beğenirim. Bu senaryoyu Bergman, 1976 yılında çok uykusuzluk çektiği ve stresli olduğu bir dönemde yazdığını söylüyor. Bir düş patlaması gibi, çok kısa bir sürede yazmaya karar vermiş ve birkaç haftada da bitirmiş. İhtimaldir ki kendi annesiyle ilişkisinden, çocuklarıyla olan ilişkisinden beslenmiş. Çok hızlı yazmış aslında ve Norveç’te çekmiş filmi. Güz Sonatı’nı bir oda filmi gibi düşünebiliriz. Daha çok iç mekânda geçiyor. İki oyuncu üzerine kurulu bir itiraflar filmi tam olarak. Nefret, ilişkisizlik, sevgisizlik, bağımlılık, bağlılık, vicdan, yas gibi duygular var filmde. İnsan ilişkileri içindeki bu sınırsızlık, Bergman’ın çok iyi ele aldığı bir konu.”
Andrzej Jakimowski: “Amacım dünyayı çözmenize yardımcı olmak.”
“Uluslararası Yarışma” filmlerinden Bir Zamanlar Kasım’da yönetmen Andrzej Jakimowski ve yapım tasarımcısı eşi Ewa Jakimowska’nın katılımıyla Cinemaximum City’s Nişantaşı’nda gösterildi. Tanık olduğu şeylerin filmini yapmayı tercih ettiğini söyleyen yönetmen Jakimowski, şöyle dedi: “Filmdeki gösteri görüntülerinin çoğunu Kasım 2013’te ben çektim. Bazılarının saldırganlığını, düşmanlığını anlamak zor. Buna bir sebep ve hikâye yazamam, çünkü ben de anlamıyorum. Bazıları, hayal kırıklığına uğradıkları ya da yaşadıkları hayattan çok daha iyisini hak ettiklerini düşündükleri için faşist grupların oyununa gelip kullanılıyorlar. Filmin çıkış noktası, tanık olduğum, kalabalıklar arasında tek başına, onların aksi yönünde ilerleyerek köpeğini arayan bir genç.”
Bizi bekleyen geleceğe dair…
“Ulusal Yarışma” filmlerinden Buğday, yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun katılımıyla Atlas Sineması’nda gösterildi. Yakın ve belirsiz bir gelecekte iki adamı takip eden filmin çıkış noktasıyla ilgili yönetmen, “Ben bir bilim kurgu veya distopya yapmak istemiyordum ama bugünü böyle yaşarsak bizi nasıl bir gelecek bekliyor sorusunun resmini ortaya koymak istedim” dedi. Filmi neden İngilizce çektiğine dair gelen soruya Kaplanoğlu şu şekilde yanıt verdi: “İlk başta bu senaryoyu Türkçe yazdım. Bir süre sonra bir şey fark etmeye başladım. Filmde bu kurduğumuz dünyayı yaratan bir medeniyet var aslında, bir dil var. 16, 17’nci yüzyıldan itibaren bizim hayatla olan ilişkimizi stabilize eden bir medeniyet... Kapitalizm, sömürgecilik, tüketim… Şu anda global anlamda da biz o dili her yerde kullanıyoruz, her yerde o dil geçerli ve ben bu filmi Türkçe veya başka bir dilde çekseydim, bu dünya o gerçeklik perspektifinden uzaklaşacaktı.” Filmin neden siyah-beyaz olduğuyla ilgili olarak ise şunları söyledi: “Bir yandan siyah beyaz pratik bir tercihti; çünkü çekimlere Ağustos ayında Amerika’da başladık, sonra Ekim ayında Türkiye’ye geçtik, sonra da Almanya’ya… Bu üç farklı coğrafyada iklim koşulları, renkler, ağaçların şekilleri, her şey değişiyor. Bütün bunları tek bir dünyanın içinde çok belli etmeden birleştirmek için renk tercihi siyah-beyaz oldu mecburen. İkinci olarak da film siyahtan başlayıp giderek açılıyor. Bu renklide çok yapılacak bir şey gibi durmuyordu. Bir de filmde kontrastlar var; iki karakter, iki dünya, iki şehir ve bu siyah-beyazlar o kontrastlara daha çok etki etti.”
Küçük çiftçilerin ayakta kalma mücadelesi
“Genç Ustalar” bölümünde yer alan Çiğ Süt, yönetmen Hubert Charuel ve filmin oyuncularından Valentin Lespinasse’ın katılımıyla Cinemaximum City’s Nişantaşı’nda gösterildi. Büyük tarım şirketlerinin karşısında ezilen küçük çiftçilerin ayakta kalma mücadelesini anlatan filmle ilgili yönetmen, “Bu film benim ilk filmim, bu yüzden benim için çok önemli. Ailem çiftçi ve ben de öyleydim ama artık çiftçilik yapmak istemiyordum. Bu film çiftlik hayatına veda filmim. Fakat otobiyografik bir film değil, daha çok ‘sinemacı olmasaydım ne olurdu’yu gösteriyor” dedi. Filmdeki başrol Pierre’i canlandıran Swann Arlaud’un gerçekte çiftçi olup olmadığına dair soruya Charuel, şu şekilde yanıt verdi: “Bu soru benim için bir iltifat, çünkü karakterin gerçekten çiftçi olduğuna inanmışsınız. Swann üç hafta boyunca gece-gündüz çiftlikte ineklerle çalıştı. Çekimler sırasında da onunla birlikte hep bir veteriner hazırdı sette. Çok tanınan, gerçekten tutkulu bir aktör. Kendini rolüne çok iyi veriyor ve rolü için birçok şey öğreniyor. Gerçekten bir çiftçi ne yapıyorsa onu yaptı, bedeniyle oynadı.” Filmdeki ineklerin hiçbirinin zarar görmediğini söyleyen yönetmen, filmin başındaki inek doğumu sahnesinin gerçek olduğunu ve o doğum için üç gece uyumadan beklediklerini, sonunda ineği kendisinin doğurttuğunu da anlattı.
Arafta kalmış bir hayalet…
“Ulusal Belgesel Yarışması” filmlerinden Araf, yönetmen Didem Pekün ve film ekibinin katılımıyla Pera Müzesi Oditoryumu’nda gösterildi. Savaştan bu yana sürgünde olan Nayia’nın Srebrenica Soykırımı’nın 22. yıldönümü anması için geri dönüşünü; Srebrenica ve Saraybosna’dan Mostar’a yürüyüşünü takip eden filmin çıkış noktasıyla ilgili yönetmen Pekün, “Ailenin bir kısmı Mostarlı. Dört sene önce Bosna'ya gidip aynı yolu gittik bir sergi için. O zaman ne yaptığımı bilmiyordum. Yol filmi vardı aklımda. Sonra görüntü yönetmenimiz Petros Nousias’la tanıştım. Onunla konuştuğumuz şey arafta kalmış bir hayaletti, bunun üzerine gittik” dedi. Filmde Mostar Köprüsü’nden atlayarak umudu ve geleceği temsil eden Dino Bajric ise 25 metre yükseklikten yapılan bu atlayışla ilgili şunları söyledi: “Köprünün üstündeyken adrenalinim tepedeydi. Vücut üç saniyeliğine tamamen özgür oluyor. Film için dört kere, yıl içinde toplam 40 kere atlamışımdır.”
Ísold Uggadóttir: “Bilinçlendirme amaçlı bir film.”
“Sinemada İnsan Hakları Yarışması” filmlerinden Rahat Bir Nefes, yönetmen Ísold Uggadóttir’in katılımıyla Kadıköy Sineması’nda gösterildi. İzlandalı bir anne ile Gineli bir göçmen kadın arasındaki yakınlığı mercek altına alan filmle ilgili yönetmen Uggadóttir, “İnsanlar üzerinde etki bırakmak istedim. Bu filmi izleyen 10-12 yaşında bir çocuk annesine soracak: ‘Niye herkesin pasaportu yok? Sınır dışı ne demek?’ Bilinçlendirme amaçlı bir film bizim yaptığımız” (…) “Göçmenlik konusunda aslında İzlanda, Avrupa Birliği kadar yoğun talep görmüyor. Dolayısıyla göçmenlik durumları bizim için biraz daha yeni. Ancak İzlanda zaten bu göç konusunda son durak olmuyor; Kanada’ya gitmek isteyenlerin veya başka yerlere göçmek isteyenlerin uğradığı bir durak hâline geliyor. Ama aslında Avrupa Birliği’nde de olduğu gibi insanlar ikiye ayrılıyor: Benim ve birçok kişinin dahil olduğu bir grup, ‘Kabul edebildiğimiz kadar çok insan kabul etmeliyiz’ diyor. Ama başka bir grup da var ki göçmenlerin tehlikeli olduğunu, terörist olduklarını ve ülkeye alınmaması gerektiğini düşünüyor. Başka bir grup da var ki bir sistemin var olduğunu ve bu sistemin korunması gerektiği için ellerinden bir şey gelmediğini söylüyor.”
Michael Önder: “Kendi hikâyelerime döndüm.”
“Türkiye Sineması” bölümünde “Yarışma Dışı” seçkisinde yer alan Taksim Hold’em, yönetmen Michael Önder ve film ekibinin katılımıyla Beyoğlu Sineması’nda gösterildi. Hikâyenin çıkışının Gezi olaylarına dayandığını söyleyen yönetmen, şunları ekledi: “Kendi yaşadığım tutarsızlıklara, korkularıma, arkadaşlarıma nasıl baktığıma, Gezi’yle olan ilişkime yoğunlaştım. Ne olacağını bilmeden skeçler yazmaya başladım. Böyle kalabalık bir olay hakkında yazacaklarımın sınırlı olacağını düşündüm. Bu yüzden kendi hikâyelerime ve etrafımdakilerin hikâyelerine döndüm. Bir fotoğraf gibi duygusunun kalmasını istedim.” 27 Nisan’da vizyona girecek olan filmin provalarına poker oynayarak başladıklarını söyleyen oyuncu Kenan Ece ise, çekim süreciyle ilgili şöyle konuştu: “Hem pokeri öğrendim hem de aramızda bir dil oluştu. Evlerimizde buluşarak değişik sahneleri prova ettik. Sete girdiğimizde, senaryonun cümlelerini samimi bir şekilde filme yedirebildik.” Oyuncularının performansından çok memnun kaldığını dile getiren yönetmen Önder, “Oyuncular senaryoyu alıp bambaşka bir şeye çevirdiler. Umduğumdan çok daha iyi bir performans oldu” dedi.
Hipnotize eden bir komedi
“Antidepresan” seçkisinden Abrakadabra, Cervantes Enstitüsü katkılarıyla, filmin başrol oyuncusu Maribel Verdú ve yönetmeni Pablo Berger’in katılımıyla Cinemaximum City’s Nişantaşı’nda gösterildi. Yönetmen Berger, filmin hipnotize eden bir komedi filmi olduğunu belirtti ve ekledi: “Sinemanın kendisi de bir hipnoz biçimi. Biz de bu akşam sizi hipnotize edip uyanık bir rüya görün ve Abrakadabra içinde dolaşın istiyoruz. Filmin sonunu açık bıraktık, herkes dilediği gibi bir son biçebilir.” Başrol oyuncusu Verdú ise oynadığı karakterle ilgili şunları paylaştı: “Bu profeminist bir film çünkü Carmen karakteri (Maribel Verdú) hayatla yüzleşmek üzere çok cesurca bir karar alıyor. Kendisine çok kötü davranan bir eşi var; ondan uzaklaşıp yeni bir hayata başlıyor. Bundan sonrası Carmen’in ikinci yolculuğu olarak düşünebilir.”
Ryan Prows “Komedi ve suç filmini karıştırmak istedik”
“Mayınlı Bölge” filmlerinden şiddet ve mizah dolu bir polisiye hikâyesi anlatan Sefil Hayat yönetmen Ryan Prows’un katılımıyla Cinemaximum City’s Nişantaşı’nda gösterildi. Film gösterimi sonrası seyircilerin sorularını yanıtlayan Prows, filmi üniversiteli arkadaşlarıyla olarak çektiklerini söyledi: “Filmi 2015’te çekmeye başladık. Ciddi bir konudan bahsettik ama işin içine eğlence de kattık. Çünkü belgesel gibi olsun istemedik. Dram, komedi ve suç filmlerini karıştırmak, bir araya getirmek istedik. Şimdilerde bir korku filmi üzerine çalışıyoruz. Yine sosyal bir soruna değinecek.”
Abdurrahman Öner: “Filmin çok büyük bir kısmı kendi hikâyem”
“Ulusal Yarışma” filmlerinden Aydede, yönetmen Abdurrahman Öner ve film ekibinin katılımıyla Atlas Sineması’nda gösterildi. Öner şöyle dedi: “Filmin çok büyük bir kısmı benim kendi hikâyem. Filmdeki gibi ben de Yörük bir aileden geliyorum. Filmdeki çocuk oyuncular 800 kişi arasından seçildi. Elmalı’da her okula ve her sınıfa gittik, oyun öğretmeniyiz dedik. Kendini iyi ifade eden 17 çocuk belirledik. Bu 17 kişi arasından da iki arkadaşımıza karar kıldık. Çekimler başlamadan önce 20 günlük bir çalışma yaptık. Bu çalışmada çocuklara bir görev vermedik, onlardan serbest çalışmalarla kendilerini tanımalarını istedik. Sonra senaryodaki her sahneyi tek tek çalıştık. Sete girdiğimizde hazırdık, hatta çoğu şeyi tek plan çektik” dedi. Ezgi Mola ise kendi rolüyle ilgili şunları söyledi: “Bu film benim için farklıydı, hep komedide oynamaya başlamıştım. Bu rol beni çok mutlu etti.”
Styx: Yaşayanlarla ölüler arasında bir nehir…
“Sinemada İnsan Hakları Yarışması” bölümünden Styx filmin yönetmeni Wolfgang Fischer’ın katılımıyla Beyoğlu Sineması’nda gösterildi. Fischer, şöyle dedi: “Filmin yedi yıllık bir süreci var, daha iki ay önce tamamlandı, çünkü finansman bulmak epey zaman aldı. Filmi çekmeye gölde başladık dolayısıyla ‘gemide nasıl çekebiliriz?’ diye eğitim almamız gerekti. İki detay sahne dışında her şey açık denizde çekildi. Beni bu süreçte en çok etkileyen şey filmi çekmeye yedi yıl önce başlamamıza rağmen mültecilerin durumunun hâlâ aynı olması, hâlâ okyanusta Avrupa’ya yakın yerlerde boğuluyorlar. Bu utanç verici.” Filmin isminin Yunan mitolojisinden geldiğini ve anlamının “ölüm nehri” olduğunu söyleyen yönetmen, “yaşayanlarla ölülerin arasındaki bir nehir… Filme çok uygun olduğunu düşündük” dedi ve bu filmle seyirciye, “bizim yapabileceğimiz bir şey var mı?” diye düşündürtmek istediklerini dile getirdi.
Yaşar Kemal’in hayatından satır başları
“Özel Gösterimler” bölümünde yer alan, efsane yazar Yaşar Kemal’in hayatının dönüm noktalarını destansı bir anlatımla sergileyen Yaşar Kemal Efsanesi belgeseli yönetmeni Aydın Orak’ın katılımıyla Pera Müzesi Oditoryumu’nda gösterildi. Gösterimden sonra seyircilerden gelen soruları yanıtlayan Orak süreci şu şekilde ifade etti: “Yaşar Kemal’in hayatından satır başlarını izlemiş olduk. Her bir romanı başlı başına bir belgeseli hak ediyor ve her bir anekdotu belgesel niteliği taşıyor. Yaşar Kemal’in belgeselini yapma fikri yoktu bende fakat son dönemlerde sanırım özlemi ağır bastı. Kendi kendime izleyebileceğim, izlediğimde zevk alabileceğim ve bana ders olacak bir belgesel yapayım istedim ve aslında bu belgeseli tamamen kendim için yaptım. Sıkı bir araştırma sürecine girdik, birçok yerden kaynak aradık, okumalar yaptık ve sonuç itibariyle filmi izlemekten zevk alabileceğim hale getirebildik.”
Köprüde Buluşmalar'da dün:
Eurimages: Bir çeşit ÖSS
Köprüde Buluşmalar son gününde, “Eurimages Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey” adlı etkinlik ile başladı. Eurimages Proje Yöneticisi Francine Raveney ve Eurimages Türkiye Delegesi Zülfikar Kürüm’ün konuşmacı olarak katıldığı etkinlikte, projeleriyle Eurimages’a başvurmak isteyen sinemacılar için pek çok teknik ve yararlı bilgi paylaşıldı.
Özellikle ilk ve ikinci filmleriyle başvuran sinemacıların çektikleri kısa filmlerden karar verenlere yardımcı olacak her türlü materyali göndermeleri vurgulanırken, Zülfikar Kürüm yapılan başvurularda iyi yazılmış yönetmen ve yapımcı görüşlerinin çok önemli olduğunu ekledi. Eurimages başvurusunu ÖSS'ye hazırlanmak gibi olduğunu söyleyen Kürüm, şunları ekledi: “En büyük rakibiniz kendinizsiniz aslında, öyle düşünmek lazım. Projeniz ne kadar kemale ermişse, şansınız da o kadar çok. Dolayısıyla ‘başvurduğunuz ayda kaç tane başvuru yapılmış, onlar seçilirse biz seçilmeyiz’ diye düşünmemek gerek. Çünkü başvuru çok olduğunda Eurimages’ın o aya ayırdığı fonda da bir mütekabiliyet oluyor.” Bir kez projenizle reddedildiğinizde tekrar aynı projeyle başvurulamayacağını hatırlatan Raveney, “Oluşturacağınız en güçlü başvuru dosyasıyla başvurmalısınız” dedi.
Eurimages’ın asıl amacının kültürel çeşitliliği teşvik ederek “art house” projeleri desteklemek olduğunu söyleyen Raveney, “Eurimages, başka yerden finansman bulamayacak filmlere bir şans sunuyor, fakat sadece birbirine benzeyen filmler yapılmasın diye de bir değişim söz konusu. Daha önce Eurimages fonlaması için uygun görünmeyen korku, bilim kurgu gibi tür filmleri, artık böyle görülmüyor” dedi.
Türkiyeli sinemacıların ortak yapımlarda sadece belli ülkeleri tercih ettiklerini söyleyen Kürüm, sözlerini şöyle bitirdi: “Portekiz, Gürcistan, Rusya ya da İskandinav ülkelerine de bakmakta fayda var. Bu ülkelerin ortak yapım anlamında sunacağı çok şey var. Biz ancak ana yapımcı olarak başvurabiliyoruz, çünkü Kültür Bakanlığı küçük ortak olduğunuzda sizin projenizi ortak yapım olarak kabul etmiyor; fakat yakında gelecek yasa değişikliğiyle bunun da değişeceğini umuyorum.”
Festivale gitmek ya da gidememek…
Köprüde Buluşmalar güne “Belgesel: Festivale Giden Yol” adlı etkinlikle devam etti. Yönetmen-yapımcı Carlos Hagerman, Hot Docs endüstri programcısı Dorota Lech ve yönetmen-yapımcı Niek Koppen’ın katıldığı bu konuşmanın moderatörlüğünü kurgucu-yönetmen Eytan İpeker yaptı.
Festivallerin ve TV’lerin belgesellerden ve belgeselcilerden farklı beklentileri olabileceğine değinen konuşmacılar, bu ayrımın belgeselciler üzerinde bir etkisi olup olmadığını tartıştı. Bazen belgeselcilerin farklı uzunluklarda festival ve TV için iki farklı versiyon çıkardığını söyleyen Koppen’e karşılık Hagerman, Meksika’da durumun böyle olmadığını ve TV’lerin belgesellerle hiç ilgilenmediğini söyledi.
Belgesellerin bazen konusuyla, bazen de orijinal hikâye anlatımıyla etkileyici olduğunu söyleyen Hagerman, şunları ekledi: “Filminiz bittiğinde, o dönem nasıl filmler sizinle birlikte festivallere başvuracak bilmiyorsunuz. Belki aynı mevzuyla ilgili çok benzer iki film aynı festivalde olacak. Filmin nasıl bir politik ve ekonomik atmosfere çıkacağını bilmek de zor. Ben, Those Who Remain filmimi yaptığımda göçmenlik bir mevzu değildi. Birkaç ay sonra Arizona’da göçmenlik karşıtı bir yasa imzalandı ve bir anda her şey değişti. Bazen festival sürecinizi etkileyen şey, doğrudan filminizle değil; market ve dünyada yaşanan olaylarla ilgili de olabiliyor.”
Toronto Film Festivali programını ve Hot Docs’taki marketi yöneten Lech, gündemle ilgili filmleri seçmeye özen gösterdiklerini fakat belgeselcilerin, kendilerini sırf finansman bulabilmek için bu tema ve konular üzerinden film yapmaya zorlamamaları gerektiğini vurguladı. Festivale seçilmenin çok zor bir süreç olduğundan bahseden Lech, bazen içinde bulunulan bölge veya ülkedeki festivaller üzerinden yurtdışına açılmanın daha sağlıklı olduğunu söyledi. “Her film çocuğunuz gibi ve nasıl her çocuğunuz aynı değilse, her filminiz de aynı değil” diyen Hagerman ise, sinemacıların filmlerini tanımaları gerektiğini dile getirdi: “Those Who Remain çok başarılı bir festival süreci geçirdi ve bir sürü ödül aldı. El Patio De Mi Casa ise festivallerde yanında pek çok üniversitede gösterildi. Her filmden aynı süreci geçirmesini bekleyemezsiniz, fakat her film birileri için özeldir ve asıl mesele o grubu bulabilmektir.”
“Film, sinemacının imzasıdır. O imzaya nasıl ulaşacağınız, sinemayı sanat yapar” diyen Koppen, sinemanın teknolojiden bağımsız olduğunu ekledi. Teknik olarak mükemmel olmayan filmleri de festival ve marketlere seçtiklerini belirten Lech, “Teknoloji size yapmak istediğiniz filmi yapmanıza yardımcı olur ama teknolojiye sahip olmak sizi sinemacı yapmaz. Önemli olan unsur orada kişisel ve özel bir iş üretebilmek” dedi.
Festival yolculuğu öncesi gözüne güvendiğiniz insanlardan fikir ve tavsiye almanın önemini vurgulayan konuşmacılar, film yapmanın bir iletişim aracı olduğunu ve filmi iletişime de açmak gerektiğini vurgulayarak konuşmayı bitirdi.
Kurgu: İnanılmaz bir çatışma alanı…
Köprüde Buluşmalar’da günün bir diğer etkinliği “Kurgu: Yaratıcı Süreçte Beraber Çalışma”, kurgucu-yönetmen Eytan İpeker ve yönetmen Zeynep Dadak’ın katılımıyla yapıldı. Kurgucu ve yönetmenin ilişkisinin masaya yatırıldığı konuşmada, kurgucu seçimindeki kriterlerden birlikte çalışma pratiklerine kadar pek çok konuya değinildi.
Yönetmen ve kurgucu arasındaki ilişkinin yoğun ve çok kişisel olduğunu söyleyen Dadak, şunları ekledi: “Kurgucunun daha önce yaptığı işlere, nasıl bir sinemasal algısı olduğuna bakarım. Her projenin ihtiyacı farklıdır. Kurgucu çalıştığı işlerde kurgu mantığını ne kadar o işe göre değiştirebilmiş, önemlidir benim için.”
“Birlikte çalışana kadar tanımıyoruz aslında birbirimizi” diyen İpeker, yönetmen ve kurgucunun birbirlerinin zevklerinden, sevdikleri müzikten, hayat görüşünden ya da politikadan konuştuklarında iş ilişkilerinin rahatladığını ve aralarında ortak bir dil kurabildiklerini söyledi. Referansların tuttuğu noktada daha verimli çalışıldığını ifade eden İpeker, bir yönetmenin kurgucu seçimini oda arkadaşı seçmeye benzetti.
Birlikte çalışırken duygu ve ritim konusunda da uzlaşmanın önemini vurgulayan Dadak, konuyla ilgili şöyle dedi: “Biz bir sahne için, kestiğimiz yer iki saniye daha az kalsın mı kalmasın mı diye üç gün düşündük. Önemli olan iki şey var: Duygu ve ritim… Devamlılık belki dördüncü, beşinci sırada. Kurgucuyla o duyguda ortaklaşınca da daha iyi ilerliyorsunuz. Film inanılmaz bir çatışma alanı. Bir sahne on farklı şekilde de kesilebilir, ama uzlaşmak zorundasınız bir noktada.”
Yönetmen ve kurgucu arasında, sağlıklı bir dozajda gerilim ve çatışmanın gerekli olduğunu belirten İpeker, perspektif kaybedildiğinde dışarıdan bir gözün faydalı olduğunu ve filmlerin aslında bundan çok büyük fayda gördüğünü ekledi.
Eğer hikâye varsa film yap, ikilem varsa dizi!
Köprüde Buluşmalar’ın son etkinliği, senarist Ece Yörenç ve Berkun Oya, senarist –danışman Soni Jorgensen ve Torino Film Lab’ın yöneticisi Eilon Ratzkovsky’nin katılımıyla yapılan “Dizi Senaryo Yazımı: Büyük Fikirler Küçük Ekran” adlı konuşma oldu. Moderatörlüğünü yapımcı Yamaç Okur’un yaptığı etkinlikte, TV ve dijital platformlardaki hikâye yazımı karşılaştırılarak günümüz piyasasında nelerin değiştiği konuşuldu.
Yaprak Dökümü ve Aşk-ı Memnu gibi başarılı dizilerin senaristi Yörenç, iki buçuk saatlik dizi yazmanın çok vahşi olduğunu ve artık fiziken çok yorulduğunu dile getirdi: “Ben bu işe başladığımda 40-45 sayfa yazıyorduk, 50 sayfa yazdığımızda uzun oldu diyorduk. Bu giderek 60, 70’leri buldu. Prodüksiyonlar artık çok büyüdü. O paraları karşılayabilmek için, reklam sürelerini artırdılar. Reklamın saniyesi Türkiye’de çok ucuz olduğu için de diziyi uzattılar. Olan oynayana, çekene ve yazana oldu.”
Tiyatro ve sinemada işler üreten Oya, Türkiye’de dijital platforma yapılan ilk iş Masum’un ‘created by’ konseptiyle yapıldığını anlattı: “BluTV benden bir proje üretmemi istedi. Bayrak adlı oyunumu senaryolaştırma fikri ortaya çıktı. İnanılmaz bir özgürlükle çektik. Hiç yarı yolda bırakmadılar bizi. Eleştiri ve öneri yapıyorlardı ama karar mercii bendim.”
İsveç’e dönmeden önce uzun yıllar Amerika’da senarist ve danışman olarak çalışan Jorgensen, ülkesinde ve Avrupa’da ‘auter’ geleneğinin senaryoyla ilgili yanlış bir algıya sebep olduğunu anlattı: “Bergman da senaryosunu kendi yazıyordu, ama unutuyorlar ki sinemaya önce senarist olarak başladı. Bu kadar iyi bir sinemacı olmasının sebebi çok iyi bir senarist ve yönetmen olması; bu da zaten ender bir kombinasyon. Uzun yıllar bu ‘auter’ geleneğinden dolayı, İsveç televizyonları önemli olan yönetmen diye düşünüp senaryo yazma deneyimi olmayan insanları çalıştırdı. Sonra da ilerleyemediklerinde bir panik beni aradılar.”
“Eğer hikâye varsa film yap, ikilem varsa dizi” diyen Ratzkovsky, Avrupa’nın kaliteli dramalar yaratmak için yönetmenden çok senariste görev düştüğünü anlamasının uzun sürdüğünü söyledi. Yeni yazarlar için tavsiyeler veren Jorgensen, “Önce lokale dair bir şey üretin. Daha önce izlediğiniz, hâlihazırda piyasada olan bir işe benzer bir proje olmasın bu. Orijinal olmayı zorlayın. Karakter gelişiminde kendinizi geliştirin” dedi.
Köprüde Buluşmalar’da kazanan projeler belli oldu!
13’üncüsü düzenlenen Köprüde Buluşmalar, 13 Nisan Cuma akşamı Fransız Kültür Merkezi’nin ev sahipliğinde yapılan resepsiyonda, ödül ve fon desteği alan proje ve filmleri açıkladı.
- 30.000 TL değerindeki Köprüde Buluşmalar Ödülü’nü Normal filminin yönetmeni Ali Kemal Çınar, yapımcısı Sinan Yusufoğlu ve ortak yapımcısı Nesra Gürbüz aldı.
- 8000 Avro değerindeki CNC Ödülü’nü Yeni Şafak Solarken projesinin yönetmeni Gürcan Keltek ve yapımcısı Arda Çiltepe aldı.
- Melodika Ses Ödülü, Beni Sevenler Listesi projesinin yönetmeni Emre Erdoğdu ile yapımcıları Emine İzmir ve Zeynep Koray’a verildi.
- Bir Gün ya da Günün Bir Parçası projesinin yönetmeni Burak Çevik ve yapımcısı Selman Nacar, GeniusPark Görsel Efekt Ödülü’nü aldı.
- Kardeşimin Ordusu adlı projenin yapımcısı Adam Isenberg’e, dört aşamalı Akdeniz Film Enstitüsü (MFI) Senaryo Atölyesi Ödülü verildi.
- Bu yıl ikinci kez verilen Transilvania Pitch Stop Ödülü, yapımcı Oana Giurgiu tarafından Paşa Gönlüm İstedi Kayboldum projesinin yapımcısı Engin Palabıyık ve yönetmeni Berrak Çolak’a verildi.
- Bu yıl ilk kez Komşular Platformu’na özel verilen Postbıyık Ses Post-Prodüksiyon Ödülü, Yalın Özgencil ve Sertaç Toksöz tarafından The Empty House projesinin yönetmeni Rati Tsiteladze ve yapımcısı Nino Varsimashvili’ye verildi.
- Filmin renk düzenleme ve online kurgu işlemlerini kapsayan Color Up Ödülü ve Daire Creative Görsel Tasarım Ödülü, Saf filminin yönetmeni Ali Vatansever ve yapımcısı Selin Tezcan Vatansever’e takdim edildi.
- Kazanan filme dağıtım garantisi, dağıtımcı payı almadan gösterim imkânı ve dağıtım sırasında tanıtım desteği veren Başka Sinema Ödülü, Güvercin Hırsızları filminin yönetmeni Osman Doğan ve yapımcıları Sinan Sertel ile Turgay Şahin’e sunuldu.
- Paz Dijital İletişim Ödülü, Son Çıkış filminin yönetmeni Ramin Matin ve yapımcısı Emine Yıldırım’a verildi.