Pelin Esmer'in kaleminden Ayhan Ergürsel

29 Mart 2019, Fas’tayım, Tetuan Film Festivali jürisinde, üç film birden izlediğimiz günlerden biri. İkincisini izlemek üzere salonda oturuyorduk, telefonumu kapatmak üzere elime aldım, Türkiye’den bir mesaj gelmiş: “Ayhan Ergürsel’i kaybetmişiz, başın sağ olsun.” Jüri arkadaşlarımdan izin isteyip salondan ayrıldım. İlk şoku atlatana kadar bir kahvede oturdum. Bir çay, iki çay, üç çay…
Ayhan çayı çok severdi. En iyi çayı da o demlerdi. Montaj süresince genellikle ofiste yatıp kalkardı. Sabah ofise gittiğimde kapıyı açar açmaz, daha günaydın demeden büyük bir heyecanla “Pelin! Dün gece aklıma harika bir fikir geldi” der, tavşan kanı çaylarımızı masaya koyardı. Ekip arkadaşının filmi yönetmen kadar benimsediğini, heyecan duyduğunu görmek her zaman nasip olmaz; bunu bana ilk hissettirenlerden biri Ayhan oldu. Çok kıymetli bir duygudur, unutmam.
Tetuan’daki kahveci bir çay daha ister miyim, diye sordu. Yok, dedim. Kahvehaneyi kesif bir nargile kokusu sarmıştı. Ayhan nargile içer miydi bilmiyorum ama sigarayı çok severdi. Sigara molalarımızda zihni hiç durmaz, balkonda montaja devam ederdi.
Kahvehaneden çıktım. Yürümeye başladım, Tetuan’ın dar sokaklarına, çıkmazlara girdim. Renk renk kukuletalı entarileriyle salınan yaşlı adamlarla karşılaştım. Ayhan basardı kahkahayı bunları görse… Fas’taki kuşları duysaydı hemen taklide başlardı. Ayhan kuşları çok iyi tanırdı. Sahneye en uygun bulduğumuz kuşun sesini ıslıkla çalardı, sonra ses tasarımcısı arayıp dursun artık o kuşun sesini!
Faslı oğlan çocukları da bizimkiler gibi futbola pek meraklı. Her sokakta bir maça dalıyordum. Ayhan’ın futbolla arası pek yoktu bildiğim, ama çocukları çok severdi. Çocuklar da onu; sezgileri kuvvetli olanlar hemen tanır birbirini. Montajın matematikten çok sezgi işi olduğunu Ayhan’ı montaj masasında izlerken anladım. Bir zaman sonra, planı kesme anında aynı anda parmaklarımızı şıklatır olmuştuk. Anlaşıyorduk. Her zaman değil tabii.
11’e 10 Kala’da bilgisayarla arası pek iyi değildi, hatta oturmazdı hiç bilgisayar başına, genelde montaj asistanımız, arada da ben otururduk. Ama siz onu bir de 35mm montaj masasında görecektiniz. Ben Ayhan’la ilk o masada tanıştım, 1997’de, Yavuz Özkan’ın Z1 Film Atölyesi’nde. Yavuz Bey’in Bir Kadının Anatomisi filminin atılmış parçalarıyla montaj egzersizi yapardık, Ayhan’ın gözetiminde. Masadaki hızı ve hiç dikiş izi bırakmadan planları bağlaması bizi büyülerdi. Gözetleme Kulesi'nin montajına geldiğimizde artık direksiyonu paylaşır olmuştuk; bazen o otururdu bilgisayar başına, bazen ben. Bir sahnede anlaşamayınca derdi ki “Bir dakika, bir dakika!”, geçerdi koltuğa, az önce sözle anlattıklarını iki dakikada montajlayıverir, sonra “Buyur!” derdi. “Buyur”daki namesi ikimizi de güldürürdü. Sonra bambaşka bir alternatife koyulurduk. Hiç bıkmadan, yorulmadan.
Ne kadar çok şey öğrendim Ayhan’dan. Ayhan'ı başka bir iş yaparken hayal edemiyorum, heyecanı hiç tükenmedi. Sete hiç gelmezdi. Ne o isterdi, ne de ben. O sette yaşananlardan kendini korur, zihnini temiz tutar, montaja hazırlardı. Çekim sırasında ona yolladığımız sahneleri izler, arada bir telefonla beni rahatlatırdı, “Eksik, gedik yok, rahat ol, rastgele”. Çekimler bittikten sonra sabırsızlanır, montaja çok ara vermeden başlamak isterim hep. Öyle olunca da bir süre seti, orada yaşananları montaj odasına taşıyorsun haliyle. Benim setten tamamen uzaklaşıp mesafeyi kurmam 3-4 hafta alırdı. Seti ne o sorardı, ne ben anlatırdım. Senaryoya hiç bakmazdık. Sanki hiçbir şey olmamış gibi, yeni film çekmeye başlıyormuş gibi işe koyulurduk. İkimizin de içine sinene kadar noktayı koymazdık. Çok sabırlıydı Ayhan.
Lakaplarından biri “Tek kare Ayhan”dı. Almanya'da 11’e 10 Kala’nın miksini yaparken de bizimleydi. Miksçi senkronun kaç kare kaydığını bulmaya çabalarken, arkadan Ayhan’ın sesi duyulurdu, “1 kare sola”. Miksçi hafif bozulsa da hayranlığını gizleyemezdi. Ayhan sezgileriyle, duygularıyla, hınzır, parlak zekasıyla kendini işine öyle kaptırırdı ki, bir kere o dünyaya girdi mi çıkmazdı bitene kadar film. Çok severdi işini, sinemayı da. Uzun uzun filmlerden, film gibi hayatlardan konuşurduk onunla. Kırılsa da gönül koymayanlardı.
Kendisi dışında hiçbir şey olmadı, olmaya da uğraşmadı. Yokluğu her zaman hissedileceklerden biri Ayhan. Hem insan olarak hem de montajcı olarak.
Tetuan’da akşam oluyordu. Hava karardığında sokakları pek sevmezdi Ayhan. Bir baktım pazara dalmışım. İnsanlar, tavuklar, horozlar… Ayhan kalabalık yerleri de hiç sevmezdi. Ben de hemen pazardan çıkıp ışıklı bir sokak boyunca yürümeye devam ettim.
Bir filmin içindeki 'filmi' keşfetmek: Ayhan Ergürsel’e dair - Semih Kaplanoğlu

Ayhan Ergürsel’le 2004 yılında yapımcılığını da üstlendiğim ikinci filmim Meleğin Düşüşü’nün montajı sırasında tanıştık. Hande Güneri Ağdaş ile filmin kaba montajını bitirmiş, ince montajı için profesyonel bir kurgucu arayışına girmiştik. Ayhan Nuri Bilge Ceylan’ın Koza, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak gibi filmlerinin kurgusunu yapmıştı.
Meleğin Düşüşü için birlikte çalışmaya karar verdiğimizde doğal olarak elimize makası almadan önce, Ayhan’ın filmin senaryosunu okuyacağını düşünmüştüm. Ayhan ilk etapta senaryo ile ilgilenmediğini (sonra da ilgilenmeyecekti), kaba kurguyu izledikten sonra filmin tüm planlarını (hatalı çekimler de dahil) seyretmek istediğini söyledi. Ve toplamı on dört saatten fazla süren tüm çekimleri izledi.
Zaman zaman not alıyor, zaman zaman sıkılıp elinde çay bardağı ile sokağa çıkıyor, Teşvikiye’de birkaç tur atıp masa başına geri dönüyordu. Bilgisayarı ve kurgu yaptığımız programı kullanmayı bilmediği için Hande ona yardımcı oluyordu. Ayhan’ın kendine özgü teknik bir dili vardı ve bilgisayar programını kullanan Hande ile ortak bir dil oluşturmaları da uzun bir zaman almıştı.
Tutkulu sinemacı kimdir derseniz, cevabım bıkmadan, usanmadan çektiği planları defalarca izlemekten yorulmayan ve onlarla permütasyonlar kuran kişidir, derim. Ayhan da Meleğin Düşüşü’nün kurgu aşamasında görüntüleri durdurup planları tekrar tekrar seyrediyor, henüz (senaryosunu okumadığı için) hikâyesine hakim olmadığı bir filmin karanlık sokaklarında dolaşıyor, ilgisiz kareleri yan yana getiriyor ve okunması çok güç bir el yazısıyla notlar alıyordu.
Onun çalıştığımız ofise her sabah heyecan içinde yeni bir fikirle ve yeni notlarla gelişine tanık oluyorduk.
İşte bu notlar ve fikirler Ayhan’ın, tıpkı hayatta başımıza gelen sebep sonuç düzlemine oturtamadığımız bir takım durumları, duyguları anlamlandırma çabası gibiydi. Sanki bir rüyayı tabir ediyor ya da binlerce parçası olan bir yapbozun tek bir parçasına bakarak resmin bütününü görmek istiyordu.
Onun bu son derece karmaşık ama bir o kadar da yaratıcı çabası; senaryo, oyuncular, ışık, ses, diyalog, mekân ve zaman parçalarından oluşan bir kaosun altında sessizce akan hikâyeyi bulup çıkarmaktı. Bunu yaparken, yolunu kaybetmemek için filmin temel duygusunu izliyor ve o duygunun planlar, sahneler arasında akışına engel olan her şeyi kaldırıp bir kenara atıyordu. Yanlış bir kamera hareketi ya da hatalı bulduğum bir oyuncu eylemi nedeniyle kullanmayı düşünmediğim bazı planları dahi "kendi kurgusu" için kullanmaktan çekinmiyordu.
Bu, anaakım ya da ticari sinema diye tanımlanan anlayışın bir kurgucudan beklentisinin tam tersi bir tavırdı. Hikâyenin, mesajın, senaryonun, starın, yönetmen ve yapımcının baskısına karşı koyan, bunu yaparken de eldeki malzeme yığının örttüğü incileri ortaya çıkarmaktan başka bir derdi olmayan, ancak bir sanatçıya ait olabilecek olan benzersiz bir yaklaşım…
Ayhan’la çalışırken en çok zevk aldığımız anlar, sahnelerin seslerini konuştuğumuz anlardı. Bitpazarından aldığımız, içinde çeşitli ses efektlerinin olduğu CD’lerden çıkardığımız kimi sesleri filmin üzerinde denerdik. Sesin, yaratıcı kurgunun vazgeçilmez bir unsuru olduğunu ve bazı anlarda görüntüden çok sesin etkili bir atmosfer yarattığını deneyerek görüyor böylece filmimizi yapay fazlalıklarından arındırmayı başarıyorduk. Bu ayrıca filmi ses tasarımına göndermeden tasarımcıdan ne istediğimizi bilmemiz açısından da önemliydi. Kurgu, görüntüler kadar seslerin de kurgulandığı bir aşamadır.
Bugün daha net anlıyorum ki Ayhan bir film kurgulamıyor, sahip olduğu naif bir içgüdüyle filmlerin içindeki “filmi” keşfediyordu. Bazen çıkmaz sokaklara sapıyor, bazen hikâyenin kronolojisini altüst edecek radikal hamleler yapıyor bazen de bizi kahkahalar içinde bırakan tuhaf sahneleri önümüze koyuyordu. Bütün bunları göze almasında, özgürce davranmasında, cesaretinde sinema eğitimi almamış oluşu, yetiştiği ortam, mizah gücü, ümmiliği ve hatta kendi kurguladığı filmler dışında pek film seyretmemesi de etken olabilir miydi?
Onunla Meleğin Düşüşü’nden sonra Yumurta, Bal ve Buğday’da da birlikte çalıştık. Tamamı 35mm çekilen bu filmlerin laboratuvar işlemlerinden kurgu ve ses tasarımlarına hemen her anında uzun aylar boyunca birlikte olduk. Ben Tire’den, Çamlıhemşin’den, Detroit veya Köln’den gün gün çektiğimiz planları Ayhan’a gönderiyor; o, sıcağı sıcağına planları izleyip bana ötelerden notlar gönderiyordu.
Öngörüsü yüksek biriydi. Kurgusunu bitirdiğimizde filmin (gideceği festivalleri, ödülleri ve seyirci sayısı gibi) akıbeti hakkında genellikle isabetli öngörülerde bulunurdu.
Ayhan hayatını da tıpkı geliştirdiği kurgu anlayışı gibi yaşadı. Zihni, başına gelen birbiriyle alakasız birçok durumu birleştiriyor, yaşamda da hayal ve gerçek arasında ince bir çizgide yol alıyordu. Zorluklarla ve zaman zaman çetin yalnızlıklarla dolu bir hayattan geriye unutulmaz güzellikler bıraktı.
Büyük yürekli, şahane arkadaşımı her film çekiminde, Hande ile oturduğumuz her kurgu masasında hatırlıyor ve filmlerime verdiği emek ve birbirimizin hayatına şahitlik ettiğimiz için şükran duyuyor, bu vesileyle de bir kez daha Ayhan Ergürsel’e teşekkür ediyorum.
Ruhu şad, mekânı cennet olsun.
Ayhan Abi'nin Sihri - Ali Aga

"Rüya terapisinde hastayı bir eşle çalıştıran bir yöntem kullanılır: Rüya gören ve rüyayı dinleyen vardır. Uyandıktan bir süre sonra rüya gören, dinleyeniyle oturur ve önceki gece gördüğü rüyayı gözden geçirir. […] Yönetmenle kurgucu arasındaki ilişki de buna benzer: Genellikle yönetmen rüya gören, kurgucu da dinleyendir. Ama en iyi hazırlanmış yönetmenler için bile hayal gücü ve hafızanın bir sınırı vardır. Bu noktada kurgucunun görevi yem olarak alternatif senaryolar devreye sokup gizli kalmış rüyanın kalkıp kendini güçlü şekilde ortaya çıkarmasını sağlamaktır."
—Walter Murch*
“Kurgucu sihirbaz değildir; kurgucu görselliği çekilen malzeme ile yaratabilir, iyi bir yönetmenle iyi bir kurgucu dünyaya meydan okuyabilir”. Sen bu düşüncenin en yaman takipçisi olarak ulusal, uluslararası birçok festivalde ödüller almış filmlerin kurgucusuydun. Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak ve İklimler’i, Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta ve Bal’ı, Pelin Esmer’in 11’e 10 Kala’sı ve Gözetleme Kulesi, Mehmet Can Mertoğlu’nun Albüm filmleri hatırıma gelenlerden birkaçı. Senin başkasına ait bir hikâyeyi en doğru şekilde anlatma yeteneğin sinemanın büyüsüyle ilgili olmalı. Sen böyle görmesen de işin en müstesna sihirbazlarından biriydin ve şahane gösteriler sunup bizleri büyüledin.
Teknolojinin hızla değiştiği sinema dünyasına hayret verici bir yetenekle adapte olmana, yenilikleri büyük bir dikkatle takip etmene hayranlıkla şahitlik ettim. Şüphesiz ki esas etkileyici yönün işine gösterdiğin derin saygı ve emsalsiz vicdanındı. Çalışacağın yönetmenleri de kendi kriterlerinle, fakat en çok da işlerine gösterdikleri bağlılıklarına göre seçerdin. Zira o filmleri en az yönetmenleri kadar sahiplenirdin. Böyle tutkulu bir sihirbazdın.
Pes etmeyen biriydin. Yaşadığın zorluk ve darbelerden güçlenerek çıkmana şahitlik ettim. Sabırlıydın ve her zaman daha iyisi olacağını bilerek işlerin peşini bırakmazdın. Arkanda sana çok şey borçlu birçok yönetmen bıraktın.
Bir kurgu sihirbazı olarak yalnızca dünyanın en önemli festivallerinde hayranlık verici şekilde sergilediğin hünerini bizlerle cömertçe paylaştığın için değil, zorluklar içerisinde yorulduğun, hırpalandığın bu hayatta müdanasız yaşayıp bu sihir bayrağını bize teslim etmiş olmandan ötürü de sana müteşekkiriz. Hayalimiz bu bayrağı sana layık bir şekilde taşımak, onu senin kadar maharetle bizden sonrakilere aktarmaktan ibaret sevgili Ayhan Abi.
*Walter Munch, Göz Kırparken, (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005) sf. 26.