Tatlı, olgun meyvelerle kaplı ulu bir ağaç olmak yerine: 17. İstanbul Bienali

17. İstanbul Bienali’nin temel kaygılarını perdeye yansıtmak üzere İstanbul Film Festivali’yle işbirliği yapma imkânına sahip olduğumuz için müteşekkiriz. Hâlâ çözüme kavuşturulmaktan uzak, sarmal bir küresel sağlık krizinin ortasında geliştirilmiş bienalin bu ağır ağır hazırlanmış, ertelenmiş sürümü bize ender bir fırsat sundu. Coşkun küresel sergi turnesi büyük ölçüde askıya alınmışken, günümüzün giderek kırılganlaşan ve kutuplaşan toplumlarında çağdaş sanatın amacını yeniden düşünmeye çalıştık. Bir bienal böyle hummalı zamanlarda ne yapmalı?

Sinemanın da muhtemelen benzer bir hesaplaşma yapma zamanı geldi. Çevresel ve insani krizlerin, toplumsal ve ekonomik işlev bozukluğunun ortasında, eğlendirmekten fazlasını yapması gerektiği belli. Kamusal alanlarımızı beslemek ve verimli hale getirmedeki rolü ne olabilir? Hızlandırılmış, algoritmik bir haber döngüsü, bağımsız medya ve dengeli, gerçeğe dayalı habercilik çökmüşken, belki de daha editoryal bir sinemaya (bizi bilgilendiren, yaygın kanıya meydan okuyan, bizi eğiten hareketli görüntülere) gereksinimimiz var. Siyasal kurumlar ve medya sektörünün bu amaca ulaşmaktan vazgeçtiği bir yerde filmler hâlâ rasyonel tartışmalar doğurabilir mi? Sinema, bilgi sağanaklarıyla duyarsızlaştırılmış, şiddet ve skandal selleriyle hissizleştirilmiş bir izleyicinin yeniden görüp duymasına, hissetmesine, düşünmesine ve yeni biçimlerde konuşmasına nasıl yardımcı olur?

Bu sorular bize dünya çapında yankılanıyor gibi geliyor ve biz bunları elimizin altındaki tüm mecralarda soruyoruz: önümüzdeki eylül ayında, şehir genelinde çok çeşitli mekânları harekete geçirecek sergilerde, bağımsız yayıncı Açık Radyo ile devam eden bir işbirliği içinde ve basılı ve çevrimiçi bir dizi özel bienal yayınında...

İstanbul Film Festivali’ne katkımız, iki uzun metrajlı film ve bienalin halka açık programı için bir eksen oluşturacak, daha kısa çalışmalardan oluşan bir tematik programdan oluşuyor. Pere Portabella’nın 1971 tarihli deneysel kilometre taşı filmi Cuadecuc–Vampir, toplumsal ayrışma ve sertleşen baskı zamanlarında refleksif sanatın gücünün amentüsüdür. Jesús Franco’nun Count Dracula’sının setinde fırsatçı bir şekilde çekilen bu parazit film, iyi bilinen bir sinematik tipolojinin geniş içeriği dikkate alındığında, görüntülerin bize ne yaptığını ve onlarla ne kadar çok şey yapabileceğimizi gösteriyor.

Payal Kapadiya’nın hem cesur hem lirik A Night of Knowing Nothing (2021) filmi, Hindistan’ın bir zamanlar gelişen liberal kamusal alanının mezhepsel bölünmeye ve şovenizme boyun eğdiği bir zamanda eğitim (özellikle film eğitimi) politikalarına keskin bir bakış sunuyor. Devlet destekli şiddet ve yıldırmanın hâkim olduğu arka planda dikkat çeken şey, Kapadiya’nın kişisel düşünmenin gerekliliği konusundaki sessiz ısrarıdır. Haber yayın organlarının ve diğer demokratik kurumların başarısızlığı, tarafsız bir sanatsal duruş için hiçbir zemin bırakmasa bile, direniş iyi kötü bir kurgu gerektirir.

İstanbul Bienali'nin film programı, günümüzün çoğalan krizlerinin hâkim teknolojik ve ekolojik nihilizm tarafından tehlikeye atılan eski ve modern iç görüler olmadan çözülemeyeceğine ilişkin ışıyan bir bilinçten yararlanıyor.

Bienal sonbaharda nihayet açıldığında bu sohbeti sürdürmeyi dört gözle bekliyoruz — lütfen bize katılın!

Yukarı